19 Eylül 2016 Pazartesi

Ölüme Uyananlar


Sabah erken kalktı. Tıraşını oldu. Saçlarını özenle arkaya tarayıp adeta yapıştırdı kafa derisine. Bunu yaparken de seyrelmeye başlamış saçlarının altından kafa derisinin görünmemesine gayret gösterdi. Saçları seyrelmeye başladığından beri, bu “kafa derisi takıntısı” onu fazlasıyla zorlamaktaydı. “Hepsi dökülünce ne yapacağım?” diye geçirdi aklından bir an. Sonra düşünmesi gereken daha önemli bir şey olduğunu fark etti. Bugün geçen haftadan bu yana planladığı bir işi gerçekleştirmeliydi. Geçen hafta aldığı bu işi, iki gün içinde ‘teslim’ etmeliydi. Ve ilke olarak da en geç bir gün önce bitirirdi işini

     O bir kiralık katildi.

Bu iş onun son işi olacaktı. Bunu bir jübile olarak düşünüyordu. Dünyanın en keskin nişancısı, en iyi gizlenen ve asla yakalanmayan kiralık katili olsa da hayatının bundan sonraki kısmını, buralardan çok uzakta bir ülkenin sahil kasabasında, sakin, huzurlu bir şekilde geçirmeyi, dinlenmeyi, düzenli bir hayat kurmayı, âşık olmayı hak ediyordu. Evet, her şeye rağmen… Bir katil olmayı ve bu suçtan para kazanmayı seçmişti yıllar önce. Seçmiş miydi? Babası o daha küçük bir çocukken annesini döverek öldürmüştü. O sırada bacaklarına yapışan kız kardeşini de tutup yere fırlatmış, kız kardeşinin felç olmasına neden olmuştu. Bütün bunlar olurken o korkudan kanepe altına saklanmış, o kısacık aralıktan olanları görmeye çalışmıştı. Korkmuştu. Kız kardeşi kadar cesur olsaydı, belki annesi hayatta olacaktı. Kız kardeşi de… Felç olan kız iki sene sonra geçirdiği bir kalp hastalığı sonucu yaşamını kaybetmişti. Annesi… Ne kadar güzeldi… Ve canı, kardeşi… Ne kadar tatlıydı…

Onu dayısı yanına aldı olanlardan sonra. Ama o kısa bir süre içinde evden kaçarak sokaklarda büyümeyi tercih etti. İlk cinayetini bir cep harçlığı karşılığı on beş yaşındayken işledi. Ve bir süre sonra fiyatını yükseltmiş ve ufak bir servete kavuşmuştu. Hiç yakalanmadı. Şehrin karanlık suç örgütlerinin ve elini kana bulamak istemeyen zengin iş adamlarının gözdesi haline gelmişti. Adeta bir ‘ölüm meleği’ haline gelmişti. İşleri kabul ederken bir ilkesi daha vardı. O da kadınlara ve çocuklara dokunmamak… O yüzden tüm kurbanları erkekti.

Mesleğini sorgulamayı bırakalı uzun yıllar olmuştu. Vicdan muhasebesini bırakalı da… Peki, bu kadar rahatlamayı nasıl başarmıştı? Kim rahattı peki? Şirketlerin yüksek maaşlı çalışanları mı? Silah üreten fabrikaların işçileri mi? İnsanları tüketim çılgınlığıyla paralar kazananlar mı? İşte bir kiralık katil olarak o da en az onlar kadar rahattı. Eğer bir silahınız varsa, gönül rızasıyla hayatlarını tüketen insanların olduğu bu dünyada mutlaka o silahı ateşlersiniz. Hatta defalarca…   Bir dakika, bir dakika… Sadece kendini kandırıyordu. Elindeki kanı bu avuntuyla temizleyemezdi. Kendini kandırsa da asla pişman olmazdı. Garip bir paradokstu bu.

Ömürlerin tüketildiği bir dünyaydı burası. Geçenlerde bir gün içerisinde gördüğü ve duyduğu ölümleri hatırlıyordu evden çıkmak için son hazırlıkları yaparken. Arabasıyla sokakları dolaşırken, yol kenarında bir sarhoş görmüştü. Şişesindeki son yudum şarabı, son bir güçle kafasına diken, sonra da biten şaraba lanet edip, bol salyalı bir küfürle şişeyi caddeye fırlatan adamı izlemişti. Adam ölmekteydi. Katili kimdi? Sessizce ölen bu adamı kim öldürüyordu; kendisi mi? Dün köprüden atlayan genç adamın ve bu sabah üçüncü sayfa kahramanı intihar kurbanlarının katili? “Yoksa ben miyim?” diye düşündü adam. Kendini her cinayetin katil zanlısı olarak gördüğü, vicdan muhasebesi dakikalarıydı. Ancak kendi öldürdüklerine karşı duymazdı bunu. Peki, kendini suçlu hissederken neden sorumlu olduğu ölümleri düşünmezdi? Bilemedi. Bilemeyecekti.

Hazırlanması bitmişti. Çantasını bir kez daha kontrol etti. Silahını, yedek şarjörlerini yokladı. Öldüreceği adamın gizli çekilmiş fotoğrafına bir kez daha baktı. Bir hafta içinde onu takip ederek yeterince tanımıştı. Yine de fotoğrafın yanında durmasını tercih etti. Daha da önemlisi yine bir başka ilke olarak, müşterilerinden talep ettiği mektubu kontrol etti. Zarfı kapalıydı. Cinayetten sonra açacaktı. Cinayet öncesi öldürme sebebinin ne olduğunu bilmemeyi tercih ediyordu. Kim bilir, belki de vicdanının devreye girmesinden korkardı. Sebebinin bir önemi yoktu öldürmesinin. Kurbanın bir erkek olması yeterliydi. Böyle bir mektup talep etmesi de tamamen koleksiyon amaçlıydı.

Yola çıkmak için hazırdı. Dışarı çıktı. Arabasına bindi. Arabayı çalıştırmadan önce son bir kez yüzüne bakmak için dikiz aynasına uzattı kafasını. Saçlarını kontrol etti. Derisi gözükmüyordu. Hafifçe gülümsedi. Kahverengi gözlerindeki ışığı sönmüş ifadeye takıldı bir süre. Göz çevresindeki hafif kırışıklıklara ve yüzünün düzgün tıraşına… Bu gözlerle güzel bir kadına doyasıya bakmamış olmanın verdiği hüznü yokladı içinde. Kısa sürdü ve kendine geldi. Arabayı çalıştırıp yola koyuldu.

Kurbanın kim olduğunu, nerede oturduğunu ve günün hangi saatinde, nerelerde dolaştığını kısa takiplerle daha önce tespit etmişti. Kurban bu anlamda kolay lokmaydı. Çünkü her gün belli saatlerde, belli yerlerde olurdu. İşi gücü yok muydu bu adamın?

Öğleden sonra saat üçte işini bitirmeyi planlıyordu. Ama yine de erken gidecekti. Saat konusunda bir aksilik çıkmasını istemiyordu. Kurban saat iki sularında Taksim’de Gezi Parkı’ndaki çay bahçesinde oturur etrafı seyrederdi. Güzel kadınları süzer, göz göze geldiğine gülümser, kimine göz kırpar ve hatta onlara yaklaşmaya çalışırdı. Çapkındı anlaşılan. Bekâr da olmalıydı. Burada oturduktan bir süre sonra kalkar, gazete bayiinden gazetesini alır, meydana doğru yürürdü. Orada bekleşen genç kızları görebilecek bir nokta bulup oturur, gazete okurken arada onlara bakışlar atardı. Yine böyle bir rutin gün olacaktı onun için bugün de. Ama bir dahaki günleri yaşayamayacaktı.

Trafiği de göz önünde bulundurarak erken çıktığına memnun oldu. Çünkü bir kaza sonucu en az yarım saat boyunca her gün o saatte akıcı olan bir yolda bir konvoyun arasında kalmıştı. Kazada yaralananlar ve belki de ölenler, ambulanslara bindirildi. Ve bir süre sonra yol tekrar trafiğe açıldı. Kaza yerine baktı geçerken. Ve yerlerdeki taze kan birikintilerini fark etti. Hiç yabancı olmadığı kanlı görüntüler, onu bu sefer rahatsız etmişti. Dolmabahçe’den Taksim yoluna doğru döndüğünde kaldırım kenarında bir adamın bir kadını dövdüğünü gördü. Kaldırımdan geçen herkes son hızla oradan uzaklaşıyordu. Bir kurşun da ona sıkmak istedi. Duraksadı. Sonra işini hatırlayıp beyninden ateş fışkırtarak tekrar hızını arttırdı. “Keşke bu adam olsa bugünkü kurbanım” diye mırıldandı.

Sonunda otoparka varmıştı. Arabasını kolay çıkabileceği bir yere park edip arabadan indi. Yolda gördüğü acıları düşündü. Bugün biraz daha kinliydi her şeye. Gezi Parkı’na doğru yürüdü. Çay bahçesine geçti. İşte, adamı oradaydı. Yine insan trafiğinin kıyısına oturmuş, etrafı izliyordu. Bakışları rahatsız ediciydi. Katil hiçbir şeyden habersiz orada günün tadını çıkaran adama kısa bir acıma hissetti. Ama sonra bu acıma duygusundan nefrete doğru hızlı bir geçiş yaptı. Güneşli bir hava vardı bugün. Yakıcı… Ama sert bir rüzgârla bu yakıcılık çok hissedilmiyordu. Rüzgâr kurbanın kulağına o gün öleceğini fısıldıyordu. Adam tınmıyordu bile.

Katil de tıpkı müstakbel kurbanı gibi etraftaki güzel kadınların varlığını fark etmişti. Ama bakamıyordu. Bir kadının gözlerine uzun uzun bakmak onun için hep zor olmuştu zaten. İçine bir acı çöktü. Saatine baktığında iki buçuğu biraz geçmekte olduğunu fark edince tekrar işine odaklanmaya başladı. “Ölmek ne kolay” diye düşündü bir an. Sessizce geliyordu ölüm. Hiç ummadığın bir anda, hiç ummadığın bir sokakta, hiç ummadığın ve hatta tanımadığın birinin namlusunda olabiliyordu ölümün. Tıpkı bu adam gibi, belki de dünyada on binlerce insan farkında olmadan ölümü bekliyordu. “Hepsine yetişemem” diye düşündü ve belli belirsiz gülümsedi. Tekrar saatini kontrol etti. Zaman geliyordu.

Tahmin ettiği gibi adam, gazete bayiinden asla okumadığı halde gazetesini aldı. Meydana doğru yürüdü. Işıklarda beklemeden pek çok İstanbullu gibi yola atlayıp karşıya geçti. Katil endişelendi. Onun bir arabanın altında kalmasından korktu. Ne garipti! Öyle, ama kurban son dakikasına kadar onun sorumluluğundaydı. Sessizce arkasından yürümüştü katil. Ama o ışıklarda beklemeyi tercih etmişti. Adam meydan da kalabalık ve gölge bir kenara çöktü. Pek çok insan oradaydı ve birilerini bekliyordu. Kimi de bekliyormuş gibi yapıyor olabilirdi. Bazısının elinde çiçekler vardı. Kimisi kulaklarında kocaman kulaklıklarla hafif sallanarak müzik dinliyordu. Kimileri de havadan sudan birbiriyle konuşuyordu. Bir iki sarhoş adam da ortalıkta yarı ölü bir şekilde dolaşıyordu. Anneler, babalar, çocuklar keyifli ve sakin yürüyordu meydanda. Katil de şimdi o meydandaydı.

Kaç kişinin bir amacı vardı bu şehirde? Kaç kişi mutluydu? Belli değildi bu. Tüm istatistikler, herkesi mutlu ilan etse de bu mutluluklar bir şaşkınlığın, belki de bir boşlukta salınmanın ürünüydü. Peki, katilin mi amacı daha değerliydi? Katil bunları düşünürken yakaladı kendini. Saatine baktı. Biri için hayatın son bulmasına aşağı yukarı on dakika kalmıştı. Sakin bir köşe buldu. Güneş gözlüğünü çıkarıp, onun yerine kablosuz dürbün ve nişan alma cihazı olarak kullandığı gözlüğü taktı. Dışarıdan bakıldığında bu şık bir güneş gözlüğünden farksızdı. Kalabalıklar içinde çalışması gerektiğinde bunu kullanırdı. Oysa kalabalıklarda çalışmaya genellikle çekinirdi. Müşterisinin özel talebiydi bu. Herkesin olduğu yerde, herkesin gözleri önünde can vermeliydi ölmesi gereken adam. Müşterisi de oralarda bir yerlerde olacak ve olan biten izleyecekti. Ve şu an otellerden birinin üst katında bir yerlerde ‘manzarası iyi’ bir yer seçmiş olmalıydı. Peki, bu şekilde ölmesini ve gözleri önünde can vermesini isteyecek kadar, ne yapmış olabilirdi adam? Bunu işini bitirdikten sonra açacağı zarftakileri okurken öğrenecekti. Ve buna sadece iki dakika kalmıştı.

Gözlüklerine gelen görüntüyü netleştirdi. Silah, koluna taktığı spor görünümlü çantasının üst kısmında özel bir bölmede ileriye nişan almış şekilde bekliyordu. Mermileri şarjöre vermeden önce kablosuz kumandanın çalışıp çalışmadığını kontrol etti son defa. Çalışıyordu. Şarjörü kimse görmeyecek şekilde doldurdu. Henüz elindeki teknoloji bunu otomatik olarak yapamıyordu. Belindeki yedek silahını da kontrol etti. Artık her şey hazırdı. Adamı çok net görüyordu. Tetiği çekecek kumandanın düğmesine bastı. Susturucu iyi çalışmıştı. Ancak hedefin önüne üç yaşlarında bir kız çocuğu geçmişti. O sırada fark etmediği şey, adamın küçük bir kız çocuğunu yanına çağırıp onu sevmek istemesiydi. Her şey birkaç saniye içinde oldu. Küçük kız hedefin önüne geçmiş, farkında olmadan adamın önüne siper olmuştu. Kız yerde yatıyordu. Ve olanları dehşet içinde izlemekteydi katil. Zavallı küçük kızın annesi de oraya koşmuş, kızının başında feryat etmekteydi. Bir mermi daha sıkmalıydı. Bu adam ölmeliydi artık. Adam annenin yanında kızı yerden kaldırmaya çalışırken katil bir an sendeledi. Ve ikinci kurşun da anneye isabet etti. Bu sefer kurban silahın nerden ateşlendiğini fark etmişti. Katil hayatında ilk defa panikledi. Adamla göz göze geldi. Ona doğru koşmakta olduğunu gördü. Belindeki silahı çıkardı. Çantası kolundan düşmüş, çantadaki silah şarjörde kalan son üç mermiyi kendi kendine ateşlemiş, iki kişiyi ayaklarından yaralamıştı. Katil elindeki silahı kontrolsüzce ateşlerken birkaç kişinin de ölmesine neden oldu. Bunlardan biri burun buruna geldikleri kurbanı oldu.

İnsanlar panikle etrafta koşturuyordu. Kimileri çığlık atıyor, kimileriyse yerde yaralı yatan insanları kaldırmaya çalışıyordu. Kalabalık bir polis ekibi olay yerine geldi. O sırada katil yerdeki açılıp içindekilerin yere saçıldığı çantasının dışına düşmüş mektubu açtı. Kısa bir nottu: “Kızıma tecavüz eden adam o. Tahrik indirimi denen bir saçmalıkla yatması gerekenden çok az yattı. Kızım onun yüzünden intihar etti. O bu meydanda, herkesin içinde ölmeli”


Garip bir paradokstu. Bir tecavüz suçlusu, şu an bir kahraman olarak ölmüştü. Katil ise pek çok insanın, o annenin ve o küçük kızın ölümüne neden olmuştu. Annesini ve kız kardeşini düşündü. Onları, öldürdüğü anne ve kızın yerinde hayal etti birden. Polisler etrafını sarmak üzereydi. Katil silahı şakağına dayadı. 

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Televizyonu Kapat

20:30, Kadıköy

Cemal, sıkıcı bir iş gününün ardından nihayet evdeydi. Eşiyle güzel bir yemek yiyecek ve her zaman olduğu gibi yine baş başa televizyon karşısına geçeceklerdi. Bu rutin hiç değişmezdi. Çay demleyeceklerse, reklam arasında demlerlerdi. O gün hakkında konuşulacaksa yine reklam arasında...

Televizyonun karşısına geçtiler. Ve bir anda tuhaf bir his yaşamaya başladı Cemal. Mide bulantısı mıydı? Ani bir öfke... Gereksiz bir kuruntu... Etrafı yakıp yıkma isteği... Hayır... Yediği bir şey mi dokunmuştu? Karısı Ayşe'ye baktı. O da garip görünüyordu. Yüzünde ter taneleri adeta büyük birer balon olmak üzereydi. Cemal de öyle görünüyordu. Gözlerinin altı morardı. Yüzlerinde aşırı bir öfke ifadesi belirdi. Göz göze geldiler. Ayşe önlerindeki sehpanın üzerindeki cam vazoyu aldığı sırada Cemal de diğer vazoyu eline almıştı bile. Sonra art arda birbirlerine vurmaya başladılar. Yüzleri kanlar içindeydi. Güçlerini kaybetmeden, daha da güçlenerek adeta vurmaya devam ettiler. Artık her ikisinin de yüzlerinin bir tarafı tanınmayacak haldeydi. Sonunda ayağa kalkıp birbirlerinin boğazına sarıldılar. Kadın, adamın kulağını ısırıp tek seferde kopardı. Kulağın koptuğu yerden fışkırırcasına kan akıyordu. Çığlıkları vahşi bir hayvanın çığlıklarını aratmıyordu.

Artık her ikisi de yorgun düştüğünde boğuşa boğuşa balkona kadar çıkmışlardı. Son kez birbirlerine baktılar. Son kez sanki artık bir uykudan uyanır gibiydiler. Aşağı atladıklarında uykudan uyanmış acılı çığlıkları tüm mahalleyi çınlatıyordu.

22:00, Güneşli’de bir gazete

“Hastanelerin hemen hemen hepsinde benzer vakalar görülüyor. Tabi, hepsi aynı şekilde sonuçlanmıyor. Öldürücü son darbe hep farklı.” Melih şefine bu kısa bilgileri vermekteyken gazete binası da git gide yoğunlaşıyordu. Çünkü olay yerlerinden sık sık yeni haberler düşüyordu. Şehir dehşet içinde ölüm kusuyordu. “Ayrıca kimisi de yalnız başına, kendine işkence yaparak intihar ediyor.” Buna ne sebep olabilirdi? Şebeke suyu? İlk akla gelen...

Şaşılacak bir şey yok, diye düşündü Melih. Dünyanın her yerinde herkes birbirini vahşice öldürürken neyi amaçlıyordu ki bunun bir amacı olsun? Burada garip olan aynı anda böylesi bir çıldırmanın tetiklenmesiydi.

Cesetler tanınmayacak haldeydi. Bazısı yanarak, bazısı parçalanarak... En genel tanımla korkunç bir şekilde ölüyordu. “Polis ilk vakalarda bir katil aramaya koyulmuştu, ama bu kısa sürdü. Çünkü yapılan tüm incelemeler bunun bir kavgayla başladığını gösteriyordu.  Kişiler ya birbirlerini öldürüyor. Ya da biri önce kurbanını, sonra kendini öldürüyor.” Bir tarikat işi miydi? Cinayetler talimat üzerine mi işleniyordu?

İlk haberin gelmesinden bu yana iki saat geçmişti. Ve bu zaman içinde 100 vaka olduğu yönünde söylentiler vardı.

22:00, Beyoğlu

Gürültülü, kalabalık… Barış tam da böyle düşünüyordu. Ancak yine de biraz kafa dağıtmak, bir şeyler içmek, biraz da dans etmek herkesin hakkıydı. O da en azından bunlardan birini yaparak gece evine dönecek, bir Cuma gecesini eğlenerek geçirmiş olmanın rahatlığını yaşayacaktı. Belki de bir kadınla tanışacak, güzel vakit geçirecekti. Eğlence yeni başlıyordu.

İşte, bu son temenniyi gerçekleştirecek bir karşılaşma… Kadınla göz göze gelmişti. Sonra ona doğru yürümek için son çağrıyı beklemeye başladı. Kadın gülümsedi. Barış, bundan aldığı cesaretle ona doğru adımlar atmaya başladı. Karşısında durdu. Tam “merhaba” diyecekti ki tüm ışıklar söndü. Ancak bu elektrik kesintisi, şaşırmaya bile fırsat vermeyecek kadar kısa sürecekti.

Işıklar yeniden yandığında, barın içindeki ekranlarda görüntülerde renk ve ışık anlamında bazı tuhaflıklar vardı. Bir televizyon kanalıydı. Ve bu kanal elektrik kesilmeden öncekiyle aynı olmasına karşın, anlam veremediği bir farklılığı da içinde barındırıyordu.

Oysa görüntüler aynıydı. Bir video klip, içeride çalan müzikle hiçbir alakası olmamasına rağmen oynamaya devam ediyordu. Peki, Barış böyle bir flört şansı yakalamışken, aslında hiçbir özelliği olmayan bu ekrana neden kilitlenmişti? Gözünü almadan bakıyordu. Ayrıca, biraz önce tanışmak için yanına geldiği kadın da, biraz sonra sahnede yerini alacak müzik grubu da… Barda çalışanlar da… Herkes şu an hipnotize olmuş gibi ekrana bakıyordu. Ancak bu kısa sürdü. Barış yakalandığı öfke nöbetiyle karşısındaki kadının boğazına yapıştığında kadın da çoktan elindeki kadehi onun suratında parçalamıştı. Tavana ve duvarlara vahşi hayvan çığlıklarına benzeyen sesler çarpıyordu. Mekânda kısa bir süre içinde yoğun bir kan kokusu yayılmaya başladı. Cesetler etrafta yatıyor, son kalan insanlar da boğuşmaya birbirlerini parçalarcasına dövmeye devam ediyordu. Tam o sırada ekranlar kapandı. Ve herkes olduğu yere yığıldı.

Barış zar zor da olsa yerinden doğruldu. Vücudunda kimi eksiklikler olduğunu anlayabiliyordu. Yüzünün parçalanmış olduğunu hissediyor, sol elinin işaret parmağının kopmak üzere olduğunu görüyordu. Her yeri kan içindeydi. Durumu daha da iyi anladığında fark etti ki daha biraz önce flört etmeyi planladığı kadın ölmüş ve önünde yerde yatıyordu. Adeta bir kan gölünün ortasındaydı. Sanki o kadar insan bir kan gölünde boğulmuş gibiydi. Barış kendini zar zor dışarı attı. Dışarıda bir ölüm sessizliği vardı. Sadece on dakika içinde bir katliam gerçekleşmişti. O insanların cıvıl cıvıl aktığı cadde yerlerde yatan cesetlerle dolmuştu, sessizliği ise zaman zaman ufak iniltiler bozuyordu. Barış yerde yatan insanların çoğunun binalardan dışarı tıpkı kendisi gibi can havliyle çıkmış olabileceğini düşündü. Artık dehşet gecesinin farkına tam anlamıyla varmaktaydı. Ağlamaya ve çığlık atmaya başladı. Gözyaşları yüzündeki derin yaraları acıtıyordu.

Olay yerindeki cesetlerin toplanması sabaha dek sürdü. Bilanço ortaya çıktığında durum korkunçtu. Sayılamayacak kadar fazla ağır yaralı vardı. Ölü sayısı ise 10 binlere ulaşmıştı. Bu sayıya aynı anda başka yerlerde de yaşanan olayları da eklediğinizde trajedinin büyüklüğünü kelimelerle anlatamayacağımızı daha iyi anlayabilirdiniz. Aynı saatte pek çok evde, pek çok semtteki restoran ve barda benzer katliamlar gerçekleşmişti.

Ertesi gün 09:15, bir hastane

Barış’ın bilinci açıktı. Vücudunda kan yerine ağrı ve sızılarını dindirmek için verilen ağrı kesiciler dolaşıyordu. Komiser Şefik ise özel bir mahkeme kararıyla onu yoğun bakımda olmasına rağmen sorgulayabilmek için yanındaydı. Çünkü bu katliamdan sonra konuşabilecek durumda olan tek kişi Barış’tı.

“Barış Bey. Durumunuzun ne kadar ciddi olduğunun farkındayım. Ama bizim bir an önce bu durumu kontrol altına almamız gerek. Dün gece 10 bin, hatta bu sayıdan da fazla insan öldü.” Son cümleyi duraklayarak, sanki bir yerde kargacık burgacık yazılmış bir yazıyı okumaya çalışır gibi söylemişti. Barış’ın sargılar arasında görünen ki sadece burası kalmıştı, sol gözü dehşetle büyüdü. Ve yaşlar birikmeye başladı.

“Komiser…” dedi zorlukla. Sesi uzaktan geliyor gibiydi ve sözcükleri çatırtılıydı. “Size her şeyi anlatacağım. Dün gece her zaman gittiğim o bardaydım. Vakit geç değildi. Saate baktığımda henüz on olduğunu hatırlıyorum. Bir kadınla tanışmak üzereydim. O sırada elektrikler kesildi. Ama çok geçmeden tekrar geldi.” Bir süre bekledi Barış. Ağrısıyla, geçen gecenin dehşet hatırası bir arada yaşanınca ölecekmiş gibi hissetti. “Kadını öldürdüm. Orada herkes birbirini öldürdü. Sonra ekranlar kapandı, komiser. O ekranlar…” Durdu, nefes aldı. Komiserin soru sormasına fırsat vermeden, devam etti. “Ekranlarda bir şey oldu. Elektrik gitmeden önceki görüntülerin aynısıydı. Ama sanki bir başka bir kanaldı… Farklı olduğunu anlamıştım. O anda garip bir şekilde bu farkı görebildim. Sonra bu durumu oradaki herkes o kadar acı bir şekilde gördü ki… Komiser… O ekranlar bize birbirimizi öldürmeyi emretti. O ekranlar bize durduk yere birbirimize düşman olmamız gerektiğini söyledi. Bizi hızlıca buna inandırdı. Ta ki ekranlar kapanana dek. Bu on dakikalık bir zamandı, sanıyorum. Ama ben her şeyi hatırlıyorum, komiser. Ben katilim. Hepimiz katiliz. O kadını, belki de oradaki başka insanları da öldürdüm ben. Ve ne yazık ki ben hala hayattayım.”

Komiser, hastaneden koşar adım ayrılırken bir yere de telefon ediyordu. “Alo, Savcı Bey hayati bir mesele… Çok acil, ülke çapındaki tüm televizyon yayınlarının durdurulması gerekiyor.”

Tabi, bu kararın çıkarılması gün sonunu bulacaktı. Gün içinde bazı cinayetler daha işlendi. 24 saat bile dolmadan aylarca sürecek bir savaşta gerçekleşecek kadar büyük bir bilançoydu bu. Ve nihayet mahkeme kararı çıkmış, televizyonlardaki yayın durdurulmuştu.

18:00, Bostancı’da bir otel

Komiser Şefik basın toplantısına hazırlanıyordu. Bir iki saat önce de hükümet sözcüsünün televizyonlardaki açıklamaları, yayınlar durdurulunca kesilivermişti.

“Değerli basın mensupları. Bildiğiniz üzere ülkemiz tarifi zor, felaket bir 24 saat içinde… Elektromanyetik dalgalar kullanılarak insanları cinayete sevk edildiğini tespit ettik. Bu, televizyon yoluyla yapılıyor. Vatandaşlarımız hiçbir şeyden habersiz televizyon izlerken yayına başka bir kanal karışıyor. Ancak sadece çok dikkatli olunduğunda fark ediliyor. Çünkü siz izlerken yayının aynen devam ettiğini görüyorsunuz. Bir tek kanal logosu üzerinde bazı renk değişimleri oluyor. Ekran ışığı değişiyor. Ve ona odaklanmaya başlıyorsunuz. Odaklandığınızda hemen yanınızdaki insanı öldürmeniz gerektiğine dair bir mesaj alıyorsunuz. Biz bunu dünkü katliamdan sağ kurtulan bir kurbanın ifadesiyle anladık. Televizyon yayınlarını durdurduk.”

Bir gazeteci soru sormak için parmağını kaldırdığında diğerleri de seslerini yükseltip soru sormak istediklerini bağırmaya başladılar. İlk soru. “Komiser, İstanbul dışında başka şehirlerdeki durum ne?”


“Durum orada da çok farklı değil. Ama televizyon izlemeye başlama saatlerine göre değişkenlik gösteriyor. Elektriği olmayan köyler var. Buralar aslında hayatlarını bu mahrumiyete borçlular.” Hayat ne garipti. Acılar içinde bile ufak bir mizah yaratabiliyordu.

 “Peki, ölümler bitecek mi?”

Komiser derin bir nefes alıp soruyu cevaplamaya başladı. “Şimdilik evet. En azından televizyonlar kapalı olduğu müddetçe, kimse ölmeyecek.”

Biri Komiser Şefik’in yanına gelip kulağına bir şeyler söyledi. Salondaki insanlar bu hareketlilik karşısında paniklemişti. Şefik yanındakini kafasıyla onaylayarak gönderdi.

“Lütfen, sakin olun. Bir bilgi elimize ulaştı. Bu ölümlerin sorumlusu bizimle irtibata geçmek istiyor. Görüntülü bir arama yapacak ve bize bu cinayetleri neden işlediğini anlatacak. Bunun için teknik hazırlıkların yapılmasını bekleyeceğiz.”

Yaklaşık on dakika sonra bir yansıtım cihazı kuruldu. Bağlantı sağlandı. Gencecik bir adam belirdi görüntüde. “Sadece dinleyin. Bu beni ilk ve son görüşünüz olacak.” Kimse soru sormadan beklemeye, bu gencecik ve normal görünümlü adamın söyleyeceği sözleri dinlemeye başladı. Herkes ortak bir düşünceye kapılmıştı. Hiç de bu kadar ölüme bile, isteye sebep olacak birine benzemiyordu.

Kararlı ve düzgün bir ses tonuyla konuşuyordu. “Adımın bir önemi yok. Ayrıca hiç şüphem yok ki en çok merak ettiğiniz, adımın ne olduğundan çok ‘neden’ sorusudur. Oysa bu kadar toplu bir ölüm yaşamadan böyle bir soruyu hiç sormayacaktınız, değil mi? Bu ülkede her gün ne kadar çok insan ölüyor biliyor musunuz? Ve bunların nasıl da hiç uğruna öldüğünü? Ama sessiz sessiz ve alıştıra alıştıra ve siz görmeden birileri ölürken hiç paniklemediniz. Televizyonları kapatmak hiç aklınıza gelmedi. O televizyonlar dirileri birbirinden ayırıp öldürmeyi telkin etti. Sonra ölüleri birbirinden ayırıp hangisine üzüleceğine karar verdi. Hepinizin beyni zaten baştan kontrol edilmeye hazırdı. Bense ta 1960’larda Amerikalı psikologların Vietnamlı esir askerlere uyguladıkları bir yöntemin biraz daha gelişmişini uyguladım. Onlar radyo dalgalarıyla kontrol ettikleri Vietnamlı askerlerin ellerine verdiği bıçakla birbirlerini öldürmelerini sağlamışlardı. Bense bunu ışık ve renkle yaptım. O renkleri tespit edip kullanmak bu işten biraz anlayan biri için çocuk oyuncağı. En zor kısmı yayınlara girecek virüsü üretmek oldu. Ve bu iki yılımı aldı.”

İki yıl mı demişti? Bu kararlılığın, delilik derecesinde olduğu açıktı.

Komiser, nihayet bir soru sorma fırsatı buldu. Öfkeden titreyen bir sesle sordu. “Peki, neden masum insanları öldürdün?”

“Hiç kimse masum değil, komiser. Herkes öyle bir hale geldi ki zaten her an cinayet işlemeye hazır. İşte belki de bu yüzden çok kolay oldu. Normalde direnebilir, dürtüye karşı koyabilirsiniz. İlla birini öldürecekseniz ve buna karşı koyamıyorsanız, öldüreceğiniz kişi kendiniz de olabilir. Ben sadece ‘öldür’ komutu veriyorum. Aslında kimi öldüreceğine insan kendi karar veriyor. Televizyonları kapattınız, değil mi? Şimdi sırada bu öldürme arzusunu kapatmakta. Bunu başarabilir misiniz?”

O sırada salondaki gazeteciler gürültü yapmaya başladılar. Çünkü soru sormak istiyorlardı. Ama görüntüdeki genç adam soru almayacaktı. “Ben artık görevimi tamamladım. Böyle bir olay bir daha yaşanmayacak. En azından benim tarafımdan. Daha gelişmiş bir metot bulunana kadar. Bununla baş edecek bir anti-virüs yazılımını da ilgili tüm kurumlara gönderdim. Yakında gönderiler ulaşmış olur.”

“Yakalanmayacağını mı düşünüyorsun?” dedi komiser. Siniri biraz hafiflemiş, koca bir katliamın sorumlusu bu genç adamın söyledikleri onda garip bir güven duygusu uyandırmıştı.

“Yetişemeyeceksiniz ki.” demekle yetindi genç adam. Sonra elindeki televizyon kumandasıyla sol çaprazında bulunan ve salondaki kimsenin görmediği televizyonu açtı. İzlerken yüzündeki değişimi izliyordu herkes. Küçük çığlıklar ve korku nidaları yükseliyordu salonda. Dehşetle yüzünü çevirenler, bakıp da ağlayanlar... Genç adam ter içinde yanındaki bıçağı tuttuğu gibi boynuna sapladı. Kanlı bir hırıltı…  Ve görüntü aniden karardı.







17 Ağustos 2016 Çarşamba

Emanet Aşk

Mesleğimin ne olduğunu açıklayamam. Söylenecek bir şey değil... 'Ne işle meşguldün sen, Selçuk?' diye soran arkadaşlara, 'Serbest meslek...' diye yanıt vermek artık alışkanlık halini almıştı. 'Ne iş...' diye başlatılan bir soru tamamlanmadan 'serbest meslek...' diye cevabını yapıştırır, hızla konuyu değiştirirdim. Dikkat çeken harcamalarım, iyi giyimim, biraz şüpheli hale getirdi beni. Bundan dolayı arkadaşlıklarım uzun vadeli olmazdı. Zaten hiç de zamanım olmadı arkadaşlıklar için. 

Yılbaşları, yaz ayları ve diğer bazı zamanlarda yoğunlaşan işlerim, gizli olması gereken görüşmelerim, resmi olmayan anlaşma metinlerim... Bak, gördün mü? Sen de şüpheyle bakıyorsun bana. Tamam, tamam... Sana anlatacağım. Zaten aramızda kalacak, biliyorum. Şimdi bir iş görüşmesine gitmek için yola çıkıyorum. Sana yolda her şeyi anlatacağım. Ama biraz kendimden bahsetmeliyim.

Adım Selçuk; başta söylemiş miydim? Neyse... Ben birkaç kez üniversiteye başlamış, tıp, mühendislik ve hukuk dışında her bölümde okuma deneyimi kazanmış, ancak hiçbirini bitirememiş bir adamım. İrili ufaklı işlerde çalıştım. Hatta en son çalıştığım firmada ofis elemanıydım. Kıdemli ama... Müdürlerim, patronlarım bana çok güvenirdi. Öyle ki koca holdingin müdürlerinin bile iletişim kuramadığı patronlarla bir araya geldim sık sık. İşte şimdi bu işten de ayrılma sebebime geliyorum. Seni de sıkmayayım. Bu gördüğün arabayı, az önce kapısından çıktığımız daireyi nasıl aldığımı bu anlatacağımla öğrenemeyebilirsin, ama biraz sabrına sığınıyorum.

Bir gün yine patronumun odasında günlük sohbetler yapmaktaydık. O sırada kapı açıldı ve içeri genç bir kadın girdi. Nasıl güzeldi, sana anlatamam. Kızıl mı turuncu muydu saçları, şimdi hatırlayamıyorum. Ama vücudunun kıvrımları, yüzünün o güzel ve etkileyici hatlarıyla hep hayalini kuracağın türden bir kadındı. Sonra öğrendim ki benim patronun sevgilisiymiş. O güne kadar saygı duyduğum adama, o andan itibaren inceden haset duymaya başlamıştım. Ben yakışıklı, etkileyici bir adam değilim. Ama bu adam da bu özellikleri taşımıyordu ki... Neyse, konumuz bu değil...

Benim patron, karısını işte bu güzeller güzeli kadınla aldatıyordu anlayacağın. Kart zampara... Ancak o gün hesaba katmadığı bir şey vardı. Karısı da o gün oraya geldi. O dakikalarda içeri girdi. Ben de tam çıkmak üzereydim o sırada. Yüzünde hiçbir zaman kendine güven ifadesini kaybetmeyen yaşlı kurt, o anda resmen buz kesti. Yüzündeki çizgiler adeta dondu. Balmumumdan bir heykel gibiydi; görmeliydin. Adamın karısı, bir eşine, bir de genç kadına bakıyordu aralıklarla. Tenis maçı izleyen şaşkın bir kedi gibiydi. Benim odada olduğumu fark etmemişti. Ben de 'buradan gitmeliyim' diye düşünmekteydim. Patronsa aklımı okumuştu sanki.

'Selçukçuğum, size mutluluklar dilerim, ne iyi ettin de tanıştırdın beni kız arkadaşınla, nişan ne zaman?' diye soruverdi ansızın. Burada adım geçmese hiç üzerime almayacaktım. Hatta bir an, 'unutkanlığımda geldiğim son nokta; böyle bir sevgilim var ve ben hatırlamıyorum' diye geçirdim içimden. Sonra uyandım duruma. Bizim yaşlı kurt hızlı bir planla, sevgilisini geçici süre de olsa karısından uzak tutuyordu. Ben genç kadından bir çıkış beklerken o da bu oyuna dâhil oldu birden. Ve koluma girdi. İnanabiliyor musun? Böyle güzellikte bir kadın koluma girdi yahu!

Benim şaşkınlığımı düşün. Üzerine de adamın eşinin ne kadar rahatladığını... 'Geçerken bir uğrayayım, dedim' dedi kadın. Odada, kendisi dâhil kimsenin inanmadığı bir yalandı bu. Belli ki kocasından şüpheleniyordu. Kontrol amaçlı ziyaretini kocasını resmi bir şekilde kucaklayarak bitirdi. Kadın odadan çıktığında üçümüz kalmıştık o kocaman ofis mobilyalarının olduğu odada. Genç kadın kolumdan çıkıp, koltuklardan birine oturup sitemkâr bir ifade takındı. Ama bizim yaşlı kurt tekrar takındığı kendine güvenen ifadeyle ' bizi biraz yalnız bırakabilir misin Pelin? Haydi, tatlım!' deyiverdi genç kadına. Kadın sorgusuzca çıktı odadan. Bense 'adı Pelin'miş, demek...' diye geçirdim içimden. Sonra da gerçek hayata dönüp 'neden benimle baş başa kalmak istedi ki patron?' diye sorgulamaya başladım. Ama merakım kısa sürecekti.

Sana şimdi anlatacaklarım biraz garip gelebilir. Dinlemek istemediğinde hatta anlattıklarıma inanmadığında beni uyar. Konuşmayı bitirebiliriz. Zaten az yolumuz da kaldı. Gerçi trafik yoğunlaşacak galiba. Kâğıt helvacılar ve su satan adamlar yol kenarında bitmeye başladığına göre...

Patron oturmamı işaret etti. Ben de tekrar oturdum. Aklımda binlerce soruyla... Acaba sevgilisine bakışımı fark etti de beni fırçalamaya mı hazırlanıyordu? Dedim ya, merakım kısa sürecekti.

'Oğlum, seni çok severim, bilirsin.'diye söze girdi bizim zampara patron. Ve devam etti. 'Tahmin ettiğin üzere, az önceki hoş hanım benim sevgilim. Ve diğeri de karım... Ben Pelin'le ve de karımla çok mutluyum. Bu mutluğumun bozulmasını istemiyorum. Senden isteyeceğim şey...' Durakladı bir an. Hiçbir şey düşünemiyordum, merakla konuşmanın devamını bekliyordum. ' Bak oğlum...' Tekrar başa dönüyor gibiydik konuşmada. 'Sana çok güvenirim. Hatta holdingin bütün kasa anahtarlarını banka şifrelerini bile gözümü kırpmadan sana emanet edecek kadar...' dedi ve bir soluk alıp devam etti. 'Pelin'i bazı zamanlar idare etmeni, hatta onun sevgilisi gibi davranmanı rica ediyorum. En azından, karımın dikkatini ve şüphelerini üzerimden uzaklaştırana kadar... Saygınlığım çok önemli... Önemli bir dernek başkanlığı seçimi arifesinde hiç de iyi olmaz bir aşk skandalı.'dedi. Şaşkınlığımı tahmin et.

'Nasıl olacak bu?' diye sorabildim sadece.

'Bir ücret karşılığında... Artı masraflar da neyse onları da karşılarım. Yeter ki Pelin de mutlu olsun.'dedi ve bir an düşünüp devam etti. 'Biliyorum ki ona farklı bir gözle bakmayacaksın. Sana güveniyorum.'dedi. Adama bakar mısın? Hem karısını aldatıyor, hem de sevgilisine dokunmayacağımdan emin olmak istiyor. Gerçi emin... Nasıl bu kadar emin olabiliyor ki? Çok mu tok görünüyorum dışarıdan? Neyse...

Ücret dolgundu. Masraflar için de hiç gözünü kırpmayacaktı. Benimse o kadar paraya ihtiyacım vardı ki bu teklifi kabul ettim. Şimdi işimin ne olduğunu anladın. Ben emanetçiyim. Şimdi de gelelim, bunun nasıl bir iş olarak süreklilik arz ettiğine. Şaşkın görünüyorsun ama sen. Ama devam etmemi istediğine göre konuşmayı sürdüreceğim.

Piyasa dar gibi görünüyor bir anlamda. Ama ilk işimde o kadar başarılı oldum ki, birden bire müşterilerim arttı. Benim patron beni bir sürü zampara arkadaşına önermeye başladı. Pelinler, Mügeler, Buseler... İşten de ayrıldım sonra; yetişemiyordum. On binlerce dolardan söz ediyoruz. İşte bu da zenginliğimin sebebi... Hiç âşık oldun mu diye de soracak olursan, bir kere oldum. Hatta bir keresinde de anlaşma dışına çıktım, itiraf ediyorum. Sonuçta benim de duygularım ve ihtiyaçlarım vardı. Ama bu tek seferlik anlaşma dışı davranışım işimi yapmama engel olmadı. Hala çok güvenilen bir ‘emanetçi’yim.

Birazdan ulaşacağımız görüşmenin detaylarını merak ediyor musun? Aslında ben de merak ediyorum. Dün aldığım bir e-posta sonucu gidiyoruz oraya. Müşteriyle bir restoranda buluşacağız. Hiç konuşmadık. Sadece internet yoluyla iletişime geçmeyi istedi. Görüştükten sonra anlaşırsak yüklü bir para teklif ediyor. Bakalım... Biraz çekiniyorum aslında. Yanımda sen olmasan belki de gitmezdim. Bana güvenme, türünden bakışına rağmen...

İşte geldik. İçeri girdiğimde 15 numaralı masayı sormamı istemişti. Arabayı park edelim şimdi. Sen de gelmek ister misin? Başka bir masada sessizce dinlersin. Tamam, gelme, dışarıda bir yerde bekle istersen.

'15 numaralı masa?'

'Cam kenarında en köşedeki masa efendim.'

Ama o masadaki bir kadın!

Arabaya dönelim, her şeyi anlatacağım. Merak ettiğini biliyorum. Yarım saat içinde hayatımın en tuhaf iş teklifini aldım.

Kadın eşi tarafından defalarca aldatılıyormuş. Ama ondan ayrılamıyor. Bunu yapmaya cesareti yok. Diğer müşterilerimin profili... Ama bu seferki bir kadın olunca şaşırdım işte. En sonunda bir sevgilisi olsun istemiş. Ama bizim insanlar biraz duygusaldır ya, hemencecik âşık olmaya başlamışlar kadına. Kadın güzel de... O aşk istemiyor. Kocasından intikam almak ve evliliğine zarar vermeden ‘profesyonel' bir ilişki yaşamak istiyor. Ona bu teklifi düşüneceğimi söyledim. Aslında kadınlar tarafından deşifre olmak demek, en kısa zamanda emekliye ayrılmayı gerektiriyor.



Şaşkınlığını anlıyorum. Hatta kızgınlığını da... İlişkilerin bu kadar basitleştiği bir dünyada, benim bu saçma sapan hayatlara dayanan bir sektör oluşturmuş olmam canını sıkabilir. Benim hiçbir sağlıklı ilişki kuramam, âşık olamamam hep bundandı. Bu çarpık hayatın en çok yıprananı benim aslında... Güzel bir hayat kuramadım. Bir aileye sahip değilim. Arkadaşım da yok benim. Sinemaya, tiyatroya yalnız giderim. Yemeğimi yalnız yerim. Hayatta yaptığım tek iyi şey, bir işim sırasında müşterimin sevgilisini maddi zorluklarından kurtarıp onu bu ilişkiyi yaşamaktan vazgeçirmek oldu. Bazen vicdan devreye giriyor. Ama inan bana, ben kötü bir insan değilim. Beni bu çarpık ilişkilerin köpeği olarak görebilirsin. Ama lütfen, hakkımdaki en ağır düşüncen sadece bu olsun.

Ben de artık yoruldum. Belki de bu işi kabul edip iyi bir jübile yapabilirim. Ne dersin buna?

14 Ağustos 2016 Pazar

Karlı bir gecede başlamıştı her şey

Not: Bu öykü ömrümde yazdığım ilk öykü olma özelliği taşır. 1996 yılında, yazma merakımın ilk zamanlarında...

Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Ve ben bu karlı günün gecesinde ilham gelmesini bekliyordum. Bir şeyler çizmeliydim. Yeni başlamıştım zaten bir şeyler yazıp çizmeye. Sık gelmeliydi ilham. Oysa ilk zamanlar çıkmazdı benden. İki cümle söyler, kurtarırdı bir haftayı. Yerdi, içerdi; ses etmezdim. Niye gelmiyordu ki şimdi?

En sonunda sokağa çıkıp hava almaya karar vermiştim. Çıktım. Evin arka sokağı yokuştu. O yokuşu inerken sürekli düşmekteydim. Bir yandan da yağan kar görüş mesafemi kısaltmaktaydı. Ama abartılacak bir şey yok. Sonuç itibariyle Moskova'ya iniş yapan bir uçağın pilotu değildim. Ancak bir süre sonra öyle bir kaydım, o kadar sert düştüm ki, popomdaki ağrıyı sana tarif edemem, göstermek gibi olur. "Ahhh ulaaaaan! Ah veletler bütün gün kaydınız, buz pisti gibi yaptınız, neredeyse doksan derece açılı bu yokuşu." diye mahallenin çocuklarını gıyabında azarladım bunun üzerine. Hızımı alamayarak gözüme gözüme yağan kara da sağlam bir fırça çektim. "Siz de yağacaksanız yazın yağın be. Kışın dedem de yağar." Kar tınmadı bile. Ancak yaptığım gürültünün neticesinde birileri rahatsız olmuş, içlerinden biri bir yerlerden bağırmaya başlamıştı. Hemen yanındaki eski evin camından, en az ev kadar eski bir adam sesleniyordu. "Ne bağırıyorsun oğlum? Manyak mısın? Saat kaç biliyor musun?"

Adam gerçekten saati merak etse herhalde sokaktan birinin geçmesini hatta gürültü yapmasını beklemezdi, diye düşündüm. Aklıma da oturaklı bir laf gelmeyince sadece özür diledim. Ah ulan ilham... Gelseydin, bunu yaşamak zorunda kalmayacaktım.

Neyse... Artık yürümenin mümkün olmadığını fark etmiştim. Ve yuvarlanmaya karar verdim. Ancak kısa bir süre sonra yokuş bitmişti. Yeni bir yokuş başlıyordu ama işte. O da doğal olarak çıkış gerektiriyordu. Yukarı doğru yuvarlanamayacağımı, o güne kadar edindiğim fizik bilgisi sayesinde biliyordum. Ancak sürünebilirdim. Süründüm de. Neyse ki tırmanış bitmiş, Karadeniz'in azgın sularına bakan tepeye ulaşmıştım. "Hey gidi, Kazım Usta hey..." dedim şöyle içli içli. Sonra da "Kazım Usta da kim? Tanımıyorum ki böyle birini." diye kendimi yalanladım. Soğuktan ve yorgunluktan ne dediğimi, ne düşündüğümü şaşırmıştım. Saat de çok geç olmuştu. Ben diyeyim; iki, siz deyin; iki yirmi beş, onlar desin; saatimiz yok, biz bilmeyiz… Uzar gider.

Biraz başımı kaldırıp etrafı izlemeye başladım. Rus klasikleri gibi yetmiş beş sayfa betimleme yapmaya niyetim yok. Zaten çok soğuktu. Öyle böyle değil... Çişim gelse (idrar çok bilimsel bir ifade, bu da çok amiyane... Ne yapayım arada kaldım.) yapamazdım. Güney bölgelerim buzul çağ yaşıyordu; o kadar söyleyeyim. Daha açık olamam.

Birden bir farklılık oldu etrafta. İçimi korku ve endişe kapladı. Beyaz bir ışık gökyüzünden aşağıya iniyordu. Uzaylılar gelip, beni kaçıracaktı. İçime bir yaratık cenini yerleştireceklerdi. Taşıyıcı anne olacaktım. Zor bir doğum olacaktı. Yaratık doğacak, doktor, hemşire demeden telef edecekti koca doğumhaneyi. Ne yapalım? Evlattı, candı... Dur be, dedim kendime. Aklıma kötü fantastik senaryolar getirme, diye kendimi azarladım. İçimdeki ben çok paranoyaydı.

Işık yavaş yavaş yaklaşık 3 metre önümde yere inmişti. "Ulan, yoksa kayıp düştüğümde öldüm mü ben?" diye içimden geçirdim. Sonra birinin sesini duydum. "Tırsma, tırsma! Bekliyordun ya, geldim işte."

İlhamdı bu!

İlham, kendini yere indiren ışığın küçülmesini bekledi. Yerden alıp cebine koydu ışığı.

"Ne bu hal? Bir havalar var sende. Özel ışıklarla geliyorsun." dedim

"Eeee oğlum, karşında hayal dünyasının en büyük ilham şirketinin yönetim kurulu başkanı duruyor." dedi gururla ceketini düzelterek.

Çok sevinmiştim bu habere. Ama bir yandan da üzüldüm. Gelmezdi artık bu adam bir amatörün ayağına. Anlamıştı İlham derdimi.

"Sakın endişelenme. Seni bırakmam. Hayat boyu yanında, gelişimini takip edeceğim.

Sevindim bu habere. Ama asıl mesele biraz da bugünkü üretim kabızlığımdı. Ona ne çizeceğimi sordum. Fikri neydi, acil almalıydım. Çünkü donuyordum kardeşim!

"Güç, içinde... Ne yapacağını içinde bulacaksın..." Daha birçok şey söyledi. Aslansın, koçsun, şusun, busun.
Gülümsedi, omzumu kavrayıp beni kucakladı ve ışığına binip uzaklaştı. "Hoşça kal" diyebildim. "Ne oldu şimdi? Bunun için mi aidat ödüyorum ben bu hayal dünyasına?" diye içimden söyleniyordum. Geri dönmek için yola koyuldum. Ne yapacaktım? Tabii ya... Bu olayı yazacaktım işte. Ondan gelmiştim buraya. Beni buraya ilham çekmişti. Ah  ilham... Yine yapmıştı yapacağını. Çizeyim diye çıktığım yolda yazacağım malzemeyi vermişti işte. Bu yönetim kurulu meselesi de kolpadandır şimdi. Neyse...

Eve geldim hikâyeyi yazdım. E bu da o zaten. Hala yazıyorum. Uyudum. Rüya gördüm. Rüyamda rüya görüyordum. O rüyada ne gördüğümü görecek kadar derin uykunun adı ölüm olabilir. Neyse ki görmedim.

Ama bu hikâye bitmeli artık, sıkıldım.


13 Ağustos 2016 Cumartesi

Yalnız Adam


Sessizce başlıyor yine her günkü gibi hayat. Belki de sadece benim için sessiz… Her geçen gün, daha da yalnızlaştığımı hissediyorum. Hep yalnızdım pratikte aslında. Yani etrafımda hiçbir zaman insan olmadı. Hatta kalabalık sokaklarda yürürken bile kimse benim etrafımda değildir. Ben onların etrafındaymışım gibi hissederim. Yürür, giderim. Her yüze bakarım da bu bakışlarım karşılık almaz. Çalıştığım işlerde ise, bir işe girerken, bir de kovulurken fark edilirdim. Becerebileceğime inandığım hiçbir şey yoktur. Çocukluğumdan beri hep kendimi dışladım her şeyden, herkesten… Aslında ben yapmasaydım onlar yapacaktı. Basit bir savunmaydı benimki.

İşte her geçen günü bir diğerinden ayırabilecek, herhangi bir özellik hiçbir zaman olmadı. Hatta her geçen gün diğerini arar oldum. Ne kadar klişe olsa da bazı sözler, durumu anlatabilmek için yeterli oluyor. Evet, ben yalnız ve başarısız bir adamım.

Ancak yalnızlığımı şu sıralar ortadan kaldıran biriyle tanıştım geçen hafta. Bir haftadır her gün buluşup sokak sokak dolaşıp bana iş arıyoruz. Görüştüğümüz yerlerde bir tek onla konuşuyorlar. Bu biraz beni üzüyor. Ama o hep dikkat çekici, başarılı ve kendine güvenen bir duruşa sahip ne de olsa. Tıpkı benim de olmayı istediğim gibi… İş görüşmeleri yapmadığımız zamanlarda ise oturup saatlerce konuşuyoruz. Benim söylediklerimin hep zıttı olan şeyler söyleyip sürekli sözümü kesse de onu tanıdığım için çok memnunum. Bir haftadır her sabah beni oturduğum dairenin apartman kapısında karşılıyor. Sarmaş dolaş yola çıkıyoruz. Bir iki gün içinde mahallenin tüm sakinlerini tanımış. Herkese selam veriyor. İlk seferden beri selam verip hal hatır soruyor. Önce herkesin şaşkınlıkla karşıladığı bu yakınlık, ikinci günden sonra alışıldık bir rutine dönüşmeye, dört yıldır oturduğum mahallede, insanlar beni değil onu selamlamaya, onunla sohbet etmeye başlamıştı. Hiç kıskançlık duymadım. Zaten fark edilmiyor oluşum ek olarak, bir de yanımdaki arkadaşımın ilgi odağı olma konusunda bana tercih edilmesine hiç de yerinmiyordum. Mahallenin en güzel kadını olan Sema’yla bu kısa sürede tanışmayı başarması ve hatta işleri yoluna koyunca bir yemek sözü alması da ayrı bir şaşkınlık sebebiydi. Sokaktan ayrılana kadar herkesle durup konuşan bu adam, bunu nasıl başardığını bana saatlerce anlatırdı sonra. Onun bu başarısına hayranlıkla bakardım.

Bir haftadır her gün benimle zaman geçirmesi ve her sabah ben çıkarken hiç de haberleşmememize rağmen beni tam saatinde kapıda bekliyor olması onun ya işsiz ya da çok zengin biri olduğunun göstergesiydi. Ancak zengin olduğuna dair başka bir ibare de yoktu. Bütün harcamaları ben karşılardım. En son kovulduğum işten aldığım tazminatla yaşamaktaydım ve bir an önce iş bulmazsam bir ay içinde beş parasız kalacaktım. Buna rağmen bana hiç de fazla gelmiyordu bu dostun masrafı. Ayrıca benimle bana iş bulmak için saatlerce yürürdü. Ve hiç de yorulmazdı. Şikâyet etmezdi. Benim dinlenme taleplerime karşı çıkardı. “Daha çalacak çok kapımız var.” derdi.

İşte bu sabah yine buluşacaktık. Birkaç iş görüşmesi yapıp bir yerlerde oturacaktık. Tavla oynayıp havadan sudan konuşacaktık. Ve bana yine hayat dersleri verecekti. Onu can kulağıyla dinleyip söylediklerini hayatıma nasıl uygulayacağımı düşünecektim. O, başka insanlarla tanışacak, masalarına oturacaktı. Bense bunu nasıl başardığını anlamak için uzaktan onun izleyecektim. Beni tavla oynamak için soktuğu kafeteryalarda tavlayı benimle değil yine bir başkasıyla oynayacaktı her zamanki gibi. Buna biraz bozulacaktım. Ama hayranlığım hep baskın çıkacaktı. Kimse de bir erkeğin başka bir erkekle bu kadar samimiyetini ve bu erkeğe benim bu kadar hayranlıkla bakışımı fark etmeyecekti neyse ki. Zaten bu hayranlık cinsiyet kavramından bağımsız bir hayranlıktı.

Apartmandan çıktım. Yine tüm samimiyetiyle gülümseyerek karşıladı beni. Hiçbir şey söylemeden sağ tarafıma geçip kolunu sol omzuma kadar doladı. Bu içtenlik ve yakınlık içimi rahatlatıyordu. Yine herkesi selamladı. Çoğuyla durup sohbet etti. Yine Sema’yla karşılaştık tabii ki. Ona yemek davetini hatırlattı. Gün konusunda kararsızlıklarını dile getirdiler. Ve ben Sema’nın onun gözlerine benim hayranlığımdan fazlasıyla baktığını fark ettim. Tekrar yola koyulduk. İki iş görüşmesine gidecektik. Her ikisi için de dün bana zorla aldırmıştı randevuları. “Ara da yarın gidelim” demişti. Arayıp randevu almıştım.

Bir otobüs yolculuğundan sonra görüşmelerden birini gerçekleştirmek üzere bir iş yerinin kapısından içeri girdik. Asansördeydik artık.

“Kravatını düzelt. Ve rahat ol. Kendini kasma. Özgüvenini sakın yitirme. Konuşurken insanların gözünün içine bak.”

Bana bu öğütleri veriyordu, ama içerde yine hep kendisi konuşacaktı. Yine tüm ilgiyi üzerine toplayacaktı. Sanki kendine iş bulmak için beni alet ediyordu. “Bakın, böylesi de var.” diyebilmek için mi getiriyordu beni yanında? Bir dakika, bir dakika… Öyle olsa randevuları bana aldırmazdı herhalde. Vesvese yapıyordum yine. Dediği gibi rahat olmalıydım. Ve ona karşı bu saçma düşüncelerden kurtulmalıydım.

Görüşme için toplantı salonuna alındık. Sekreter kız beni fark etmemişti bile. Yine de arkadaşımın hemen yanında içeri girdim. Çok geçmeden büyük ihtimalle firmanın insan kaynakları uzmanı ya da sorumlusu olan genç bir kadın girdi içeri. Resmi görünüyordu. Sadece arkadaşımla tokalaştı, beniyse başıyla belli belirsiz selamlamakla yetindi.

Standart bir iş görüşmesi oluyordu. Ama yine ben konuşamadım. Hep o konuştu. Kadını etkiledi. İş için ne kadar uygun olduğunu hissettirdi. Ona içten içe kızmaya devam ettim ben de. Kadının yüzünde, her sorusuna aldığı cevaptan sonra ufak tebessümler oluşuyordu. Sesindeki resmiyet samimiyete dönüşmeye de başlamıştı. Arada gülüyorlardı. Ben yokmuşum gibi… Oradan çıkmak istedim. Ama yapamadım. Belli ki bana bir şey öğretmeye çalışıyordu. Ancak benim bu işe ya da bu olmazsa başka işlere çok ihtiyacım vardı. Bana bir şey öğretmek için bunları neden feda ediyordu? Hatta mahallemdeki insanlarla iyi geçinerek beni daha da yalnızlaştırdığının farkında mıydı? Mahallenin en güzel kadınına taktığı kancaya gelmedim bile.

Görüşme bitip oradan ayrıldığımızda onun yüzüne bile bakmadım. Yüzüm beş karıştı. Diğer görüşme için yola koyulduk. O ise tüm samimiyetiyle yine bana sarılıp “gör bak her şey çok güzel olacak” dedi. İnanmak istiyordum. Yüzüne baktım. Bana o kadar güven verdi ki ben de gülümsedim birdenbire.

O da gülümsedi aynı anda.

Her şeye rağmen ona güveniyordum. Ama yine de sormadan edemedim. “Bu kadar görüşmede sadece sen konuşuyorsun. İnsanları etkiliyorsun. Nasıl olacak da beni işe alacaklar?”

“Neden almasınlar?” dedi ve gülümseyerek yüzüme baktı. Başka hiçbir şey söylemedi. Yeniden otobüse binip yeni görüşmemize doğru gidiyorduk artık. Bir sorumu daha soruyla karşılayıp, hiçbir cevap vermeden beni susturmayı başarmıştı her zamanki gibi. Yine yol boyunca sustum.

Öteki iş görüşmesi yine aynı seyirde devam etmişti. İşin aslı bu adamla tanışmadan önceki görüşmelerim de hiç iç açıcı olmazdı. Yine fazla konuşamazdım. Hatta terlerdim. Güven veremezdim. Sonuç olarak, “biz sizi ararız” denilerek bitirilirdi görüşme. Ama şimdi arkadaşımın kontrolündeki bu görüşmeler “sizi mutlaka arayacağız” denilerek bitiyordu. Arkadaşım için gurur mu duymalıyım, işlerime göz diktiğini düşünüp ondan nefret mi etmeliyim, bilemiyordum.

Üzücü olduğu kadar öğreticiydi tabii benim için. Demek ki insanlarla iyi geçinmek, onlarla konuşurken gözlerinin içine bakmak ve tabii ki iyi konuşmak önemliydi. Ama ben bütün bu rahatlığı bir tek onunla konuşurken yaşıyordum. Ne garip… Ona kızamıyordum bile.

Bütün gün yine insan ilişkilerini izledim. Sonra uzun uzun sohbet ettik. Yine benimle tavla oynamaktansa başkalarıyla oynamayı tercih etti. Başkalarının masasına oturdu. Beni yine çağırmadı. Kimseyle tanıştırmadı. Hatta garson masada içmekte olduğum çayı alıp götürdü. Ve bardağı taşıran son damla… Bir çift gelip benim oturduğum masaya oturmaya kalktı. Engel olamadım. Bir şey söyleyemedim. Kalkıp arkadaşımın yeni tanıştığı arkadaşıyla oturduğu masaya geçmek zorunda kaldım. Oysa terk etmeliydim orayı. Gidip bir yerlerden atlamalıydım. Öldürmeliydim kendimi. Bunu düşünürken onunla tanıştığım günü hatırladım. Bir hafta önceydi…

Artık ölmeyi istediğim bir günün gecesiydi. Çok klişe bir yöntemle, ayağıma bağladığım bir beton ağırlıkla denize atlayıp yitip gitmeyi planlıyordum. O sırada bir ses duydum. “Bu çözüm mü?” Dönüp sesin geldiği yere baktım. Biri bana yaklaşıyordu. İşte bu yaklaşan adam oydu. Beni hiçbir şey söylemeden kıyıdan geriye doğru çekti. Ayaklarıma bağladığım betonu çözdü ve suya attı. “Sesi dinle” dedi. Ve devam etti. “İşte eğer atlasaydın hayatında çıkaracağın en son ses bu karanlığın sesi olacaktı. Bence hayata bir fırsat daha ver.” Yüzüme gülümsedi. Karşılık verdim. Ve bana eve kadar eşlik etti. İşte o geceden beri her sabah kapımda beklerken gördüğüm bu adama hayatımı borçluyum. Ne çıkarı olabilirdi beni kurtarırken? Hiç… Bana ara sıra ise hep şu sözleri tekrarladı buluşmalarımızda. “Yaşamalısın. İşte önemli olan bu...”

Kim için önemliydi bu? Yaşamam kime faydaydı? Bilmiyorum. Belki de yaşamak için çok fazla sebep yok. Olanları da ben varmış sayıyorum. Ama yine de tutunabilecek sebep bulacak kadar yaratıcıyım. Her tükenen bir sebebin yerine, yenisini koymak yorucu olsa da… Bir gün mutlaka bir yerde kullanacağıma inanmaya başladığım sözler var. Belki bir kadına söyleyip hayatıma yeni bir yön vermemi sağlayacak sözler… Ancak şu an baktığımda hiçbirinin bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Ben bunları düşünürken bana yoldaşlık eden arkadaşım yeni arkadaşıyla tokalaşarak ayrıldı. Bir daha buluşmak için sözler verdiler birbirlerine. Ve oradan ayrıldık.

Sanki beynimi okumuş gibi söze girdi. “ Hayat gariptir. Ne zaman neyle karşılaşacağını önceden kestiremezsin. Belki içeride tavla oynadığım adamla ileride çok iyi arkadaş olacaksın. Bu bile yaşamaya devam etmek için yeterli bir sebep.”

“Ne yani, senin yanındaki asosyal bir adamı mı tercih edecekler?” diye sordum. Bir cevap beklemiyordum. Yeni bir soruyla geçiştireceğini düşünürken, soru cümlesi içermeyen bir karşılık verdi.

“Hiçbir şeyin farkında değilsin. Görüldüğü gibi değil hiçbir şey…”

Bu kadar konuştu. Ve konuyu kapattığını belirtircesine eliyle “boş ver” anlamına gelecek bir işaret yapmakla yetindi.

Söylediği bu son söz ile ilgili düşünmeye başladım. Neyin farkında olmalıydım? Görünen o kadar açıkken olanların altında daha ne olabilirdi? İnsanlarla olan iletişiminde beni yok saymasını geçtim. İş görüşmelerindeki düşüncesizce kendini öne atışı ne peki? Ne göründüğü gibi değildi. Haykırmak istedim. Elimden haykırmaktan daha fazlasını yapmak gelmeyecek, diye düşündüm. Ama sakinleşmeliydim. Sanki bugün olan biteni anlamamı sağlayacak bir şey yapacaktı. Onun kim olduğunu öğrenecektim. Beni ölümden neden kurtardığını ve neden her gün yanımda olduğunu anlayacaktım. Ona neden bu kadar hayran olduğumu, bana gülümseyişinin içimi neden bu kadar ısıttığını öğrenecektim. Belki de bugün diğer günlerden hiç de farklı olmayacak, sittin sene hiçbir soruma cevap bulamayacaktım.

Yürürken aniden durdu. Ben de onunla aynı anda durdum. Ve beni durmaksızın akan insan trafiğinin ortasından çekip caddenin kenarına doğru çekti. Kolumdan çok sert tutuyordu. Yolun kenarına geçince bırakıp konuşmaya başladı.

“Aklından nelerin geçtiğini biliyorum. Beni hem sevmiyor, hem de çok seviyorsun. Hem yapamadıklarını yapmamdan dolayı bana kızıyor, hem de bunlardan dolayı hayranlık duyuyorsun. Sana anlatacağım. Ama her şeyi değil… İşin aslını sen anlayacaksın çünkü. O zaman ikimizden birini seçeceksin. Evet… Şaşırma; seçeceksin! Ya sümsük, bunalımda bir adam olacaksın; ya da benim gibi, hayatın güzel olduğuna inanan biri olarak keyifli ve zorlukların karşısında dimdik durabilen biri olacaksın. Ya sen yaşayacaksın, ya ben…”

Konuşması devam ederken araya bir türlü giremeyerek hipnotize olmuşçasına olduğum yerde çakılmıştım. “Kimsin?” diyebildim.

Cevap olarak “Peki ya sen kimsin?” diye yine bir soruyla karşılaştım. Kafam karışmıştı. Beynim patlayacak gibiydi. Ne demekti bu? İkimizden birinin yaşamaya devam edeceğini söylüyordu özetle. Neden? Kimseyle alıp vermediğim yoktu. Biri beni öldürmek için onu mu tutmuş olabilir miydi buna rağmen? Öyleyse neden intiharıma mani olmuştu?

Sorular kafamı kemirirken iki elini boğazıma doğru uzattı. Engelleyemedim. Karşı koyamadım. Şah damarımda hafifçe parmaklarını hissettim. Gözlerim kararıyor, başım dönüyordu. Olduğum yere yığılırken duyduğum tek şey, “adam yere düştü, ambulans yok mu?” diye bağıran bir kadının sesiydi.

Yerde öylece uzanmıştım. Gözlerimi açtığımda etrafımda bana bakan endişeli gözler gördüm. İçlerinden biri bugün iş görüşmesi yaptığımız insan kaynakları uzmanı kadındı. Muhtemelen işten çıkar çıkmaz buralara kafa dağıtmaya gelmişti. “İyi misiniz?” diye sordu. Evet, iyiydim. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum. Fakat… O neredeydi? Etrafıma bakındım. Yoktu. Gitmişti. Ambulansın gelmesine gerek olmadığını söyledim etraftakilere. Kadın, “ bir hastalığınız mı vardı?” diye sordu.

“Hayır” dedim. “Sanırım yorgunluk ve açlık sebep oldu. Daha bir şey yiyecek vaktim olmadı” diye ekledim.

“Belki bunu duymak size iyi gelir. Önümüzdeki hafta başı işe başlamanız uygun görüldü. Yarın sizi bununla ilgili arayacaktım zaten.”dedi kadın. İçimde bir sevinç dalgası ve şaşkınlık oluştu. Teşekkür edip, sevinçli bir şekilde kadınla tokalaşarak oradan uzaklaştım. Nasıl olurdu bu? Telefonuma baktım. Birkaç cevapsız arama gördüm. İsim olarak Sema yazıyordu. Ve kısa mesaj da göndermişti. Mesajda “şu yemeği bu akşam yesek mi?” yazıyordu. Şaşkınlığım ve sevincim giderek artmış, artık sevinç çığlıkları atacak aşamaya gelmiştim. Sema’yı aramak için arama tuşuna bastım. Telefon çalarken içimden bir ses benimle konuşmaya başladı. “Sen artık, sensin. Ve artık her şeyin farkındasın.”

O sesi bir daha duymadım.